Sabah 6:00 kalktım, dormdakileri uyandırmadan sırt çantamı
aldım ve geldiğim gibi yürüyerek otogara yola çıktım.Ama 6:30 da otobüs filan
yokmuş,en yakın zamanda saat 8:00 deymiş.Neyse olur böyle ufak tefek
aksaklıklar diyerek,güzel bir kahvaltı yapıyım dedim.Fakat o saatte sadece büfe
tipi yerler açık olduğu için bir büfeden peynirli bir sandviç ve yanında tabii
ki Kolombiya kahvesi içtim.Biletimi aldım ve otobüsü beklemeye
başladım.Birazdan turist oldukları belli olan ve sonradan Avustralyalı
olduklarını öğrendiğim benim yaşlarımda bir çift geldi ve çaylak çaylak
bakınıyorlardı.Hemen San Agustin mi diye sordum, sevinçle evet dediler.Bu
halimle onlara yardım ettim ve aynı otobüse onlara da bilet aldık.Saatinde
kalktık ama ne yolculuk,anlatılır gibi değil.Bir kere yol toprak ve
taşlı,üstelik daracık.Fakat bizim şoför bir manyak,nasıl gidiyor
anlatamam.Otobüs tamamen dolu olmasına rağmen herif sanki F1 pilotu gibiydi.Ben
hayatımda böyle korkunç ve zıplamaktan kıçımın ağrıdığı bir yolculuk
yapmadım.Ama bir işe yaradı adam bizi nerdeyse 4 saatte San Agustine attı.Yolda
aklıma Karadeniz turunda Barhal a minibüsle yaptığımız yolculuk gelmedi
değil.Bilenler bilir,ama bu ondanda beterdi.Neyse Avusturalyalılarla ayrıldık,
çünkü onlar merkeze yakın bir hostelde kalmak istediler, ben ise manzaralı ve
adeta bir eko-farm olan bir hosteli gözüme kestirmiştim.Bir taksiye
atladım, merkezin biraz dışında ama
nefis And dağları ve şehir manzaralı La Casa De Francois adında bir fransızın
işlettiği hostele kendimi attım.Gerçekten çok hoş bir yer.Adamla biraz sohbet
ve biraz bilgi aldıktan sonra vakit kaybetmeden buranın anlam ve önemini belli
eden açık hava arkeoloji müzesini görmek istedim.Adam 3 km olduğunu ve
yürüyebileceğimi söyleyince hadi tabana kuvvet dedim.Yol üzerinde güzel bir
vegetaryan restoran olsuğunu duyunca keyfim iyice yerine geldi.Saat 13:00 gibi
yola çıktım.Tomato adında ki restoranda yemeğimi yedim.Yemek gerçekten
güzeldi.Genç bir Kolombiyalı kadınla bir alman sahipleri vardı.Yemekleri de
onlar yapıyorlardı.Yemek sonrası alman adam bir kağıda sarılı biraz alman
ekmeği bile verdi yolluk olarak.Yürüyerek parkın giriş kapısına vardım ki bizim
Avustralyalı çift te orda.Onlarla birlikte bütün parkı gezdik.Tahmini 3 saat
sürdü.Park çok güzel düzenlenmiş.Her taraf yemyeşil çimen ve çok güzel yürüme
yolları yapmışlar.Efendim içeriğine gelince, M.ö. 1000 yıllarına ait olduğu
rivayet olunan mezarlar.O zaman ki insanlar ölülerini taştan yapılmış bizim
lahitlere benzer yerlere gömüyorlar ve baş uçlarına da kocaman süslü taşlar
dikiyorlarmış.Gerçekten mistik bir havası var ve taşlar insanı etkiliyor.5 gibi
müzeden çıktık, onlar yürümek istemediler,hava kapalı ama güzel olduğu için ben
yürüyerek kasabaya indim.Biraz dolaştım,Malum plazayı görmezsem olmaz.Pastane
gibi bir yerde oturup, bir parça kekle kahve içtim.Hava kararmaya başlayınca
daha tırmanacak 1.5 km yolum olduğunu düşünerek,hostelin yolunu tuttum.Akşam
yemeği olarak tabii ki 3 dilim alman ekmeği.Bu hostelin dormu çok ferah ve hiç
ranza yok, hep double yataklar ve 6 kişilik.Bir İngiliz çift daha var.Yarın
onlarla hayatımda ilk defa at binerek diğer arkeolojik parkları da at üstünde
gezeceğiz.Zira araları biraz mesafeli.Dönüşte bir duş aldım, kendime bir
çay hazırladım ve bu satırları yazmaya
oturdum.Burada wi-fi olmadığı için biraz gecikmeli olacak sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder